13 Mart 2013 Çarşamba

R.I.P. DİNÇER ÇEKMEZ ("Şark Bülbülü" filminin gazino patronu Fethi'si)



Türk sinema, tiyatro ve seslendirme sanatının çok büyük ustalarındandı Dinçer Çekmez... "Mekanı cennet olsun" derken, kendisini Kocaeli Demokrat gazetesinde 16.04.2006 tarihinde neşrolan "TÜRK SİNEMASI’NDAN UNUTULMAZ YARDIMCI PERFORMANSLAR" başlıklı yazımın ilgili bölümüyle uğurluyorum: " ‘Oh, sen de vur ben de vurayım, kelime de vur…’. Hiç kuşku yok ki Türk Sineması’nın en absürd sahneler zinciriydi. Asabi gazino patronu Fethi’nin migren krizlerini geçirmek için bulduğu yöntem olan kendini dövdürmek amacıyla tuttuğu; akabinde sesinin güzelliğini keşfedip şarkıcı yaptığı Şaban’ın komik hikayesinde; Çekmez-Sunal ikilisinin birbirlerini dövdüğü sahneler dışında unutulmaz bir bölüm yok. Ancak Türk Sineması’nın asabi adam rollerinin vazgeçilmezi Dinçer Çekmez’in de en gözalıcı performansıydı."
Nur içinde yat Dinçer Ağabey...

9 Mart 2013 Cumartesi

DOSYA: 2013 OSCARLARININ İSTATİSTİKLERE YANSIMASI

     24 Şubat’ı 25’e bağlayan gece dağıtılan 85. Akademi Ödülleri, ya da bilinen adıyla Oscar, Oscar tarihi için bazı ilkleri de beraberinde getirdi. Anahatlarıyla ödüllerin, istatistiklere yansımasına bakalım şimdi:
1. Argo”, Oscar tarihinin En İyi Yönetmen ödülüne aday olmadan En İyi Film seçilen dördüncü yapımı oldu. (Atilla Dorsay'ın Sabah gazetesinde 26.02.2013 tarihinde neşredilen yazısında iddia ettiği gibi ilk değil.) 1929 yılında dağıtılan ilk Oscar ödüllerinde En İyi Film seçilen “Wings-Kanatlar”, Yönetmen kategorisinde aday gösterilmemişti. Üstelik o sene, Dram Yönetmeni ve Komedi Yönetmeni olarak iki ayrı yönetmen kategorisi olmasına rağmen; “Wings"in yönetmeni William A. Wellmann, adaylar arasında yer bulamamıştı
    İkinci vaka fazla bekletmeden, 1932 yılında geldi. Edmund Goulding tarafından yönetilen “The Grand Hotel-Büyük Otel”, bırakın En İyi Yönetmen Oscarına aday olmayı, toplamda sadece 1 kategoride (En İyi Film) aday olup; bu adaylığı ödüle çevirdi. Film bu anlamda da tarihte bir ilki temsil ediyor hala.
    “Argo” öncesi son vaka 1990 yılında tecelli etti. Bruce Beresford, “Driving Miss Daisy-Bayan Daisy’nin Şöförü” adlı yapımla aday olamadığı için; “Born on the Fourth of July-Doğum Günü 4 Temmuz” ile Oliver Stone, En İyi Yönetmen seçildi. “Driving Miss Daisy” ise 9 dalda aday gösterildiği ödüllerin, En İyi Filmle birlikte dördünü eve götürdü.
     Aradan geçen 23 sene boyunca zaman zaman En İyi Film ve Yönetmen ödülleri farklı adreslere gitti. Ama Yönetmen Oscarına aday gösterilmemiş hiçbir filme En İyi Film payesi verilmedi. 2013 Oscarlarına yedi kategoride aday gösterilen “Argo”, büyük ödülle birlikte Uyarlama Senaryo ve Kurgu ödüllerini de evine götürürken; Özgün Senaryo, Ses Kaydı, Ses Kurgusu ve Yardımcı Erkek Oyuncu (ki en zayıf olduğu daldı) ödüllerini de dışarıya kaptırdı.
Ben Affleck'i aday etmeyen akademi, tören gecesi hatasından döndü.

2. Ang Lee’nin “Life of Pi-Pi’ın Yaşamı” ile kazandığı En İyi Yönetmen ödülü, 3D bir filmin yönetmenine verilen ilk Oscardı. Bu kategoride daha önce “Avatar”ın yönetmeni James Cameron ve “Hugo”nun yönetmeni Martin Scorsese 3D filmleriyle yarışmış; ancak ilki ödülü eski eşi Kathryn Bigelow’a ("The Hurt Locker"), diğeri ise Michael Hazanavicius’a ("The Artist") kaptırmıştı.
    İkinci kez En İyi Yönetmen Oscarını kazanan Ang Lee, 2006 yılında büyük gürültü kopartan çalışması “Brokeback Mountain” ile de bu ödülün sahibi olmuştu. Ancak Lee’nin ödül aldığı her iki film de En İyi Film seçilmediler. (“Brokeback Mountain”, ödülü “Crash-Çarpışma”ya kaptırmıştı.)
Tarihin Oscarlı ilk 3D film yönetmeni bir Amerikalı değil, bir Tayvanlı.

3. Artık sağır sultanın da duyduğu üzere Daniel Day-Lewis, üç kere En İyi Aktör ödülü kazanan ilk aktör oldu. Oscar gecesine kadar 3 Oscarlı Erkek Oyuncu olarak bir tek Jack Nicholson mevcuttu. Ancak Nicholson’ın “Terms of  Endearment-Sevgi Sözcükleri” ile kazandığı ödül, Yardımcı kategorideydi.
    Day-Lewis daha önce engelli yazar Christy Brown’ı canlandırdığı “My Left Foot-Sol Ayağım” ve acımasız kapitalist Daniel Plainview’ı oynadığı “There will be Blood-Kan Çıkacak” filmlerindeki performanslarıyla En İyi Aktör seçilmiş, “In the Name of The Father-Babam İçin” ve “Gangs of New York-New York Çeteleri” filmlerindeki performansıyla da aynı ödüle aday olmuştu.
       Ayrıca Day-Lewis, bugüne dek bir Spielberg filmiyle Oscara aday olup da kazanan ilk oyuncu oldu.  
Uzun etmeye gerek yok, kapak herşeyi özetliyor.

4. 2001 yılından önce En İyi Ses Efekti Kurgusu adıyla dağıtılan En İyi Ses Kurgusu kategorisinde de tarihte bir ilk yaşandı. Bu ödül ilk defa ikiye bölünerek, iki adet kazanan açıklandı. Bu ödülün bu yılki galipleri, “Skyfall” ve “Zero Dark Thirty” filmlerinin seslerini kurgulayanlar oldu.
Bu kategorinin tarih yazacağını kim düşünebilirdi ki?

5. Son olarak bir de olumsuz istatistik: The Shawshank Redemption-Esaretin Bedeli”nden itibaren tam 10 kere Oscara aday gösterilen ve alanının en yetkin sanatçılarından olan, ünlü Görüntü Yönetmeni Roger Deakins; “Skyfall”daki çalışmasıyla bir sefer daha evine eli boş döndü.
"Elbet birgün, kavuşacağız... ♫ ♫"



ZERO DARK THIRTY

1. Öncelikle belirtmeliyim ki bir filmin fraksiyonu olmaz, filmin niteliğidir belirleyici olan. Örneğin “The Message-Çağrı”, bağıra bağıra İslamiyet propagandası yapmasına rağmen iyi filmdir. Ya da “The Exorcist-Şeytan”, Hristiyanlık propagandası yapmasına, hatta hata kurtuluşun Hristiyanlıkta olduğunu söyleyecek kadar abartmasına rağmen başyapıttır. Uzağa gitmemek gerekirse bu senenin en iyi filmlerinden “Life of Pi-Pi’ın Yaşamı”, "hangisi olursa olsun, yeter ki bir dine inanın" kadar olayı ucuzlaştırıyorsa; sinemada fraksiyonun değil, filmdeki kalitenin önem arzettiğini içselleştirmemiz lazım diye giriyorum konuya. Bu söylediklerim, Kathryn Bigelow'un faşist olduğu gerçeğini değiştirmeyeceği gibi, filminin başarılı olduğu gerçeğini de değiştirmez.
2. Filmle ilgili işkence tartışmalarıyla devam ediyorum: “Safe House-Düşmanı Korurken”'de benzer işkence sahneleri kimseye batmazken, “Reservoir Dogs-Rezervuar Köpekleri”ndeki kulak kesme sahnesi herkesi kahkahayla güldürürken, “Saw-Testere” serisi box office manyağı olurken herkes mutluydu da; neden Bigelow'un filmindeki işkence sahneleri bu kadar hassasiyet yarattı anlamış değilim. Üstelik buradaki işkence sahnelerini Bigelow'un faşistliğiyle değil de; Amerika'nın günah çıkartması, yedikleri herzeleri kabul etmesi olarak yorumlamak da mümkünken. Ayrıca Jason Clarke'ın canlandırdığı karakter alenen “Munich”deki Avner’ı (Eric Bana) andırırken; birine "ortadan", birine "faşo" muamelesi çekmek haksızlık değil mi? 
3. Filmde aşırı milliyetçilik anlamında en fazla eleştirilen karakter olan Maya'yı canlandıran Jessica Chastain'e baktığımızda; aslında aşırı milliyetçi değil, idealist olduğunu görüyoruz. Derdi, saplantı haline getirdiği bir davayı çözmek. Ve altı kalın çizgilerle çizilmese bile bunun, milliyetçilikle değil; bastırılmış lezbiyenliğiyle ilgisi var. Haa, bir de Bigelow'un Chastain'in rolünde gözü olduğu; az biraz oyunculuk yeteneği olsaydı bu rolü bizzat oynayacağı da filmin her karesinden buram buram taşıyor. Bu arada Maya'nın dönüşümünün “G.I. Jane”deki Demi Moore’la homojen olması, filmin inandırıcılığına alenen gölge düşürüyor. (Chastain'i gayet başarılı bulmama rağmen, Oscarın Jennifer Lawrence'ın hakkı olduğunun da altını çizmem gerek.)
4. Clarke'ın arap esirine yaptığı muamele ve ikram sonrası, maymunlarına dondurma ikram etmesi; hakikaten mide bulandıracak kadar rezalet bir alegoriydi.
5. Olağanüstü bir sinematografi ve kurgu çalışması vardı filmin. Sinematografi alanında “Life of Pi”a tosladığı için hiç şansı olmamasına rağmen; kurgu alanındaki Oscar, “Argo”nun değil; bu filmin hakkıydı bence. Ayrıca coğrafyadan yakaladığı görüntüler enfesti.
SONUÇ: Bigelow, harika bir operasyon filmine imza atmış. Öyle ki, vıcık vıcık milliyetçilik akan zayıf “The Hurt Locker-Ölümcül Tuzak”la bedavadan Oscar kazanmasaymış; bu filmiyle bu senenin galibi rahat olabilirmiş. Aşırı milliyetçilik eleştirilerinin bu film için geçerli olmadığını, filmi ısrarla operasyona yönelttiğini, Amerika'nın haklılığı vurgusu yapmadığını, operasyonun idealist bir CIA ajanının saplantısı sebebiyle başarılı olduğunun altını çizdiğini düşünüyorum. Fikirlerime muhalefet edilecekse bile minimum birkez izlenmesi gerekir bence.

YÖNETMEN: Kathryn Bigelow
OYUNCULARI: Jessica Chastain, Jason Clarke, Jennifer Ehle
TEK CÜMLEYLE KONU: 11 Eylül'ün müsebbibi olarak bilinen Usame Bin Ladin'în yakalanması ve imha edilmesi operasyonu.

LİNCOLN

1. Filmde parıl parıl parlayan, hatta filmin dahi önüne geçen husus; olağanüstü lezzetteki senaryosuydu. Tony Kushner'a ne söylense az bence.
2. Evet, John Williams müzikleri beni de sıkmaya başladı artık.
3. Steven Spielberg, sinema tarihinin en iyi yönetmenlerinden biri kesinlikle. Kadrajı nereden alacağını, ışıklandırmayı nasıl yapacağını, oyuncularını nasıl oynatacağını, kamerayı nereye yerleştireceğini bu yetkinlikte bilen yönetmen sayısı; çok fazla değil maalesef. 
4. En azından yenisi yetişene kadar Daniel Day-Lewis; sinema tarihine gelmiş en büyük oyuncudur. Nokta.
5. Filmde öne çıkan diğer oyunculuklar; rolünün hakkını köküne kadar veren ve kategorisindeki en kuvvetli Oscar adayı olan Tommy Lee Jones ve epeydir bu kadar dominant bir performansını izleyemediğimiz James Spader. İkisini de izlemeye doyamadım.
6. Herhalde ilerleyen yaşının getirdiği telaştan olsa gerek, mütemadiyen rol çalma peşinde dolaşan Sally Field; kara tahtada çektirilen tırnak kadar zorladı beni. Tek teselli, ekran süresinin fazla olmamasıydı.
7. Özellikle "Good Night, and Good Luck"tan sonra kenara not ettiğim David Strathairn'in, gayet mebzul ekran süresine ve bu kadar müsait bir role rağmen nasıl bu kadar sığ ve pasif kalabildiğine ise anlam vermekte zorlanıyorum.
SONUÇ: Biyografi statüsüne sokulup, 3 saate uzatılarak "epik film" maskesi altında "Hadi sayalım Oscarları" gibi bir ciddiyetsizlik yerine; sadece ek maddeyle ilgili kesitin anlatıldığı bilinçli tercih filme o kadar yaramış ki; insan seyrine doyamıyor. Yok, zannetmiyorum Oscarların bu filmi tamamen görmezden geleceğini...
NOT 1: "Tamamen görmezden gelmek"ten kasıt, filmin “En iyi Erkek Oyuncu” Oscarını almış olması oluyor. Belki de akademi, törende gereksiz vakit kaybı olmasın diye şimdiden evine yollamıştır Lewis'in ödülünü.
NOT 2: Yazı, Oscar töreninden önce kaleme alınmıştır.

YÖNETMEN: Steven Spielberg
OYUNCULARI: Daniel Day-Lewis, Sally Field, Tommy Lee Jones, James Spader
TEK CÜMLEYLE KONU: Köleliği kaldırmak niyetindeki Abraham Lincoln'ün, ilgili yasayı geçirmek için senatoda verdiği mücadele.

SUCKER PUNCH

1. Bir defa inanılmaz lezzette bir açılış sahnesiyle başlıyor film. İnsanın devam etmeden, tekrar tekrar başa alası geliyor.
2. Aleni, açık açık, göstere göstere fetişizm üzerine bir film bu. Üstelik hem kendi ait olduğu jargon içerisindeki anlamını, hem de sinema içerisindeki anlamını kapsıyor.
3. Ait olduğu jargon içerisindeki anlam için hiç fazla kafa yormaya gerek yok. Başrol beşlisinin kılık, kıyafet, makyaj kombinasyonuna baktığınız zaman zaten porno filmden fırlamış gibi bir halleri olduğunu; her an kaslı bir zencinin gelip, kendileriyle "başrol paylaşabileceğini" açıkça görebiliyorsunuz. (Bu arada bu söylem, filmin cinsellik içerdiği gibi bir anlam taşımıyor)
4. Sinemasal anlamdaki fetişizm ise, göndermeleriyle kendini belli ediyor. Scorsese'nin “Hugo”sundaki gibi "Sinemanın her türlü hastasıyız arkadaş!" türü bir gönderme değil de, skalası hayli alacalı bir filmler göndermesi bu. Mesela “Lord of the Rings”, “Saving Private Ryan”, “One Flew Over The Cuckoo's Nest”, “Matrix” gibi kilometre taşlarına küçük göndermeler yaparken; “Charlie’s Angels”, “Under Siege 2”, “Showgirls” gibi anca sinefillerin reddetmeyeceği filmlere de "Bunları da seviyorum arkadaş, var mı?" diyebiliyor. “Kill Bill” ve “Hero” gibi çıkış noktasını referanslardan alan filmlere de "Göndermenin de göndermesi mi olur lan?" riskini alarak yer veriyor. Ama tüm bunları, kör gözüne parmağım yapmadan filme yedirdiği için lezzet almanız mümkün.
5. Tabii burada esas handikapı devreye giriyor. Zack Snyder için “300”'de yaptığım tespit aynıyla burada da geçerli: Görsel kısım anlamında kusursuz bir yönetmen Snyder. Bu kadar b*ktan bir senaryoyla bu kadar izlenebilir bir film çıkarmak her babayiğidin harcı değil neticede. Ama artık kredisi tükeniyor. Çünkü marka olan bir isim artık ve bu alandaki eksikliğini yetkin isimlerle kapatması mümkün.
6. Filmin Soundtrack’i harika ama açılıştaki “Sweet Dreams” cover'ı, hem müzikal anlamda sahneyi iyice şaha kaldırırken; hem de sözlerinin ambiansa uyumuyla hakikaten şok edici. Oyunculuklar ise çeldirici. Hepsi b*ktan, ama hepsi de doğru seçim. Filmi izleyince daha net anlayacaksınız.
SONUÇ: Biçim konusundaki ustalığının yarısını bir şekilde içeriğe yansıtmayı başarır ve de projelerini doğru seçerse, maksimum beş sene içerisinde Zack Snyder'ı elinde En İyi Yönetmen Oscar'ıyla teşekkür konuşması yaparken izleyeceğiz bence.

YÖNETMEN: Zack Snyder
OYUNCULARI: Emily Browning, Abbie Cornish, Vanessa Hudgens
TEK CÜMLEYLE KONU: Üvey babası tarafından akıl hastanesine kapatılan bir ergenin kurtulma çabaları.

THE HELP (Yardımcı)



1. İyi film. Ama açıkçası ben, "Vaay, Oscar'a yürür; ağır duygusal, ırkçılık karşıtı en iyi flmlerden biri" nitelemelerini hakedecek bir ışık göremedim filmde.
2. Filmde toplantı halindeki tüm beyaz kadınların; "Battal Gazi" filmlerinden fırlamış Bizanslılar gibi karikatürize, tek tip ve potansiyel kötü oluşu ile tüm erkek karakterlerin (ki borç istenen sahnede kör gözüne parmağım netliğinde) pasif oluşu bana batan temel hususlar. Ne yani, bu ırkçılığı sadece kadınlar mı bina etmişti?
3. Geçen sene “The Social Network”le ilgili söylediğim gibi, unutulmayacak sahne neredeyse yok filmde. Zorlarsak “bahçedeki klozetler” sahnesi.
4. Oyunculuklar konusuna gelirsek: bu sene (2011) en iyi kadın oyuncu ödüllerinin gediklisi olarak anılan Viola Davis, üstüne düşeni yapmakla birlikte anıldığı üzere Oscar ışığının zerresini üzerinde barındırmıyor bence. Açık açık Ophrah Winfrey'in Sophie’sini ("The Color Purple"), fiziksel benzerliğinin avantajını da arkasına alarak taklit eden Octavia Spencer'inse bedavadan Oscar kazandığını düşünüyorum. Araya bir iki tane iyi film attığından, kötü filmleri için ödediğimiz bedeli kızı olan ve insanlık tarihinin en yeteneksiz oyuncularından biri sıfatını taşıyan Bryce Dallas Howard'la (erkek karşılığı Nicolas Cage) iticiliğini ikiye katlayan Ron Howard; eminim matah bir b*k olsa kızını kendi filminde oynatırdı. Şu performansın (filmlerin birbiriyle alakası yok ama) “Twilight”taki performansıyla farkını biri bana anlatsın. Jessica Chastain, karikatürle gidip gelirken son kertede OK verdiklerimiz arasında yer alıyor. Ama bana göre, yeteneğinin sınırlı olduğunu düşündüğüm Emma Stone; filmin en göz doldurur performansını veriyor. (Müsait olmasına rağmen) rol çalmadan ve istismara girmeden gayet lezzetli ve inandırıcı bir kompozisyon ortaya koyarak şaşırtıyor. Bu filmin bana en büyük artısı da, bundan sonra sıkı bir markaja alacağım Stone oluyor.
SONUÇ: Elindeki tarihi gerçeklere ve çok bilinen mitlere dayanan malzemeyi; daha senaryo aşamasında istismara, hem de arabesk tonlamaların yoğunlukta olduğu bir istismara teslim eden Tate Taylor'ın böyle sıkı bir malzemeden -af buyrun- bu kadar g*tünü yiyim bir film çıkartabilmesi hayret verici...

YÖNETMEN: Tate Taylor
OYUNCULARI: Jessica Chastain, Viola Davis, Bryce Dallas Howard, Octavia Spencer, Emma Stone
TEK CÜMLEYLE KONU: Kölelik dönemi Amerika'sında, hizmetçilik yapan birtakım siyahi kadınların yaşadıkları eziyetler.

5 Mart 2013 Salı

ARGO


1. Affleck, çok iyi bir atmosfer uzmanı olmuş. Şöyle bir hikayeden, bayağı bayağı bir gerilim filmi yaratması bunu gösteriyor. Ayrıca dönemi çok iyi resmettiğini de gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Müteakip filmlerini hararetle bekliyor olacağım.
2. Filmin açılış sekansı muhteşem. İnsanın başa dönüp dönüp izleyesi geliyor.
3. Vıcık vıcık Amerikan Milliyetçiliği ve İran karşıtı propaganda imkanı veren öyküsüne rağmen, bu tuzaklara düşmeden ortadan bir şekilde hikayesini anlatmakla ilgilenen yönetmen Affleck'in yanında; kazmalığıyla meşhur oyuncu Affleck'i de beğendim ben bu sefer. Cast'ın komple üzerine düşeni yaptığını da not düşeyim.
4. Kurgu anlamında da filmi gayet başarılı buldum.
SONUÇ: Bu sene izlediklerim içerisinde "En İyi Film" Oscarını en fazla hakeden film bence bu. İnşallah kazanır. (Not: Yazı, Oscar töreninden önce kaleme alınmıştır.)

YÖNETMEN: Ben Affleck
OYUNCULARI: Ben Affleck, Alan Arkin, Bryan Cranston, John Goodman
TEK CÜMLEYLE KONU: Devrim sırasında İran'da mahsur kalan 6 Amerikalı vatandaşı, "film çekme" kisvesiyle kurtaran bir CIA operasyonu

SİLVER LININGS PLAYBOOK (Umut Işığım)

1. Bir defa "ensemble cast" anlamında abartısız yılın en başarılı filmi bu. Uzun zamandır hem üzerine düşeni layıkıyla yerine getiren, hem de birbiriyle bu kadar uyumlu bir cast izlememiştim. Sadece Jacki Weaver'ın Oscar adaylığını fazla bulduğumu, bunun sebebinin de eksik oynamasından değil; rolünün yoğunluğunun fazla olmayışından dolayı olduğunu söyleyebilirim.
2. Romantik-komedi düşkünü olmadığımı bütün tanıyanlar bilir. Ama her zaman; bana “When Harry Met Sally”, “As Good As It Gets”, “Fisher King” gibi örneklerle gelenleri refüze etmeyeceğimi de söylemişimdir. SLP, onların yanına yazıldı benim için.
3. Evet doğru, şablon olarak düşünüldüğünde; bu senenin “Little Miss Sunshine”ı bu film.
4. Jennifer Lawrence'ın anasının ak sütü gibi helal olan Oscarı hayırlı olsun. Ama beni asıl dumura uğratan performans, Bradley Cooper'dan geldi. Evet, arkadaş kesinlikle artık A sınıfında. Ve -maalesef mümkün değil ama- Daniel Day-Lewis'i bu sene altedebilecek bir performans olacaksa, bu kesinlikle Cooper'ınki olacaktır. Lawrence'la arasındaki olağanüstü kimya bütünlüğünü ve özellikle bu filmde Ralph Fiennes'a olan inanılmaz fiziksel benzerliğini de unutmayacağım.
5. Russel için üzerine düşeni yapmakla birlikte, teknik cambazlıklar barındıran bir yönetmenliği olmadığını söyleyebilirim. Ama aynı Russel, bu cambazlıklara hiç gerek bırakmayacak kalitede bir senaryoya imza atmış.
SONUÇ: Hiçbir anında sıkılmadığım, gerçekten harika bir "kendini iyi hisset" filmi olmuş SLP. Helal. (Not: Yazı, Oscar töreninden önce kaleme alınmıştır.)

YÖNETMEN: David O. Russel 
OYUNCULARI: Bradley Cooper, Robert De Niro, Jennifer Lawrence, Chris Tucker, Jacki Weaver
TEK CÜMLEYLE KONU: Bipolar Bozukluk'tan muzdarip bir gencin, kendi gibi antisosyal bir bayanla arkadaşlığı sayesindeki düzelme evresi.

‎THE SKIN I LIVE IN (İçinde Yaşadığım Deri)

NOT: SPOİLER İÇERMEKTEDİR

1. Asıl büyük başarı, filmin içerdiği dehşetengiz sürpriz değil; Almodovar'ın bu sürprizi gizleme metodu aslında. Filmin içerdiği yoğun çıplaklık ve cinsellik, çoğu filmde istismar kabul edilirken burada net bir şekilde bir amaca hizmet ediyor. Dolayısıyla filmi bu yönden eleştirenlere tokadı atarak başlıyor Almodovar.
2. Eşcinsel karakterlere olan yoğun ilgisi ve her filminde yer vermesini eleştirenlere de ikinci tokadı basıyor: "Kaldırttığım gibi, indirtmesini de bilirim" diyerek.
3. O kadar çok yönlü ve işlevsel bir senaryoya imza atmış ki, burada aleni kombine çalışıyor. Sürprizini bir kenara atarsak; iki ana karakterini hem suçlu, hem masum gösteriyor aşırı ikna edici bir kurgu eşliğinde. Baş mağdur masum, çünkü aslında tecavüz etmiyor. Karşısında asıldığı ve ona yüz veren, altına yatan bir kız var. Kız, sonradan cayıyor ve karakterimiz kızı bırakıyor. Bu yönüyle, çok da tecavüz diye tanımlayamayız eylemi. Ama aslında suçlu da, çünkü eylemini aşırı uyuşturucu etkisi altında gerçekleştiriyor ve hatırlamıyor. Dolayısıyla, işin içinde uyuşturucu olduğu için; belki ısırılmasaydı eylemine devam edip bitirecek ve gene hatırlamadığını söyleyecekti. Doktora gelirsek, haklı bir intikam aldığı için masum olduğunu söyleyebiliriz. Ama akıl hastanesindeki doktorun söylediği gibi, akıl hastası kızını başıboş bıraktığı için, o da suçlu. Neticede kimse, dış görünüşünde bir falso olmayan bir insanın, 4 cümlelik bir konuşmasıyla akıl hastası olduğunu çözemez.
4. Fazlalık gibi görünen kaplanın hikayesi ise, doktorun yarattığı esere bilinçaltında duyduğu saplantıyı yüzeye çıkaran faktör oluyor. İntikam metaforundan, "Sen s*kersen, bir daha yaratırım" noktasına gelen ve aleni olarak tanrıyı oynadığı bir noktada aynı malzemeyi aynı rakibe kaptıran doktor, aslında bu noktadan sonra kontrolden çıkmaya ve kaçınılmaz sona doğru yürümeye başlıyor. Burada da asıl amaç intikam mıydı, yoksa intikam "Deforme vücudu onaramıyorsam, yeniden yaratırım" meydan okumasının paravanı mıydı ikilemine bizi sürüklüyor.
5. Genelde dışarıdan oynamayı seven Antonio Banderas'ın içeriden verdiği oyun, kariyerinin en sağlam oyunculuğu bence. 
6. Filmin sürprizini “The Sixth Sense”, “Fight Club”, “Identity”, “The Usual Suspects”in yanına yazarsam; yarattığı etkiyi de “Old Boy” ve “Requiem for a Dream”in yanına yazarım rahatlıkla.
SONUÇ: Kurgusu ve senaryosuyla çok ileri bir iş yapmış olan Almodovar'ın, En İyi Yabancı Film Oscar'ına muhakkak aday olması gerekiyordu. Ama problem değil canım. bir-bir buçuk seneye Hollywood'dan biri nasılsa sahne sahne kopyalar, onu aday gösterirsiniz.

YÖNETMEN: Pedro Almodovar 
OYUNCULARI: Elena Anaya, Antonio Banderas
TEK CÜMLEYLE KONU: Estetik uzmanı bir doktorun, yıllar önce kaybettiği karısını "yeniden yaratma" süreci

THE GIRL WITH THE DRAGON TATOO (Ejderha Dövmeli Kız)

1. Filmin score'u, sinema tarihinin en iyi ve filme en uyumlu 10 score'undan biri bence. Eğer Trent Raznor ve Atticus Ross geçen sene (2011 kastediliyor) bu ödülü almamış olsalardı ve “The Artist” gibi sessiz olduğu için sırtını tamamen müziklere yaslamış bir yapımla yarışmasalardı bu ödülün banko sahipleriydi. 
2. Filmin jeneriği, baş karakter Salander'in ruh halini yansıtması açısından çok başarılı ve David Lynch'vari bir etkiye sahip.
3. Yapımın beni en mutlu eden tarafı, Fincher'ın “The Curious Case of Benjamin Button” ve “The Social Network” gibi komitelere yaranma maksadıyla çekilmiş filmlerinden değil de; kendisini Fincher yapan “Fight Club”, “Se7en” ve “Zodiac” ekolünden geliyor oluşu. Tabii bu ekolün de ödül birliklerince artık tescil edilmesi, Fincher'ı bu tarz ödül kovalama amaçlı filmlerden uzak tutacak ve onu daha samimi filmlerle meydan okurken izleyeceğiz demektir.
4. Batan üç mevzu: İncilli kısımlarda “Se7en”ı açıkça hatırlatması, (bana her daim batan) İsveçte, İsveçli karakterler arasında geçen filmde İsveçlilerin aralarında İngilizce (bir de utanmadan İsveç aksanlı İngilizce) konuşmaları ve çok yeni çekilmiş bir filmin henüz kamera soğumadan yeniden çevriminin yapılması.
5. Senaryo düzgün. “Tree of Life” veya “War Horse” ikilisinin arasından sıyrılacak kadar olmasa da Görüntü Yönetmenliği hoş. Lalenin bayraklısı Daniel Craig dahil oyunculuklar iyi, ama filmin yıldızı açık ara Rooney Mara. 
SONUÇ: İyi bir gerilim filmi ama Fincher'ın en iyisi değil. “Fight Club” orada dururken Fincher bile bu etiketi taşıyan yeni bir film yapamaz zaten. 5-6 adaylık alacak olmasıyla birlikte Oscar şansı yok.


YÖNETMEN: David Fincher
OYUNCULARI: Daniel Craig, Rooney Mara, Christopher Plummer, Stellan Skarsgard, Robin Wright
TEK CÜMLEYLE KONU: Bir hacker ve bir gazetecinin, büyük bir malikanede 40 sene önce kaybolmuş bir kadını aramak için elele vermeleri.

24 Şubat 2013 Pazar

DOSYA: 2013 OSCAR TAHMİNLERİ


(Parantez içindekiler, almasını arzuladıklarım; diğerleri alacağını düşündüklerimdir.)

EN İYİ FİLM: ARGO (SILVER LININGS PLAYBOOK)
EN İYİ YÖNETMEN: Ang LEE-Life of Pi (Ang LEE-Life of Pi)
EN İYİ ÖZGÜN SENARYO: Quentin TARANTİNO-Django Unchained (Quentin TARANTİNO-Django Unchained)
EN İYİ UYARLAMA SENARYO: Chris TERRIO-Argo (David O. RUSSEL-Silver Linings Playbook)
EN İYİ ERKEK OYUNCU: Daniel Day LEWIS-Lincoln (Daniel Day LEWIS-Lincoln)
EN İYİ KADIN OYUNCU: Jennifer LAWRENCE- Silver Linings Playbook (Jennifer LAWRENCE- Silver Linings Playbook)
EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU: Christoph WALTZ-Django Unchained (Philip Seymour HOFFMAN-The Master)
EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU: Anne HATHAWAY-Les Miserables (Diğer adaylardan herhangi biri)
EN İYİ GÖRÜNTÜ YÖNETMENİ: Claudio MİRANDA-Life of Pi (Claudio MİRANDA-Life of Pi)
EN İYİ PRODÜKSİYON TASARIMI: THE HOBBIT (THE HOBBIT)
KOSTÜM: ANNA KARENİNA (LINCOLN)
MAKYAJ: LES MISERABLES (THE HOBBIT)
MÜZİK: Alexandre DESPLAT-Argo (Mychael DANNA-Life of Pi)
ŞARKI: SKYFALL (SKYFALL)
KURGU: ARGO (ARGO)
GÖRSEL EFEKT: LIFE OF PI (LIFE OF PI)
SES MİKSAJI: LIFE OF PI (LIFE OF PI)
SES KURGUSU: LIFE OF PI (LIFE OF PI)
ANİMASYON: WRECK IT RALPH
YABANCI FİLM: AMOUR

12 Ocak 2013 Cumartesi

DJANGO UNCHAINED (Django Serbest)



1. Bir defa Quentin Tarantino’nun ana akım sinemaya en yakın filmi bu. Zamanda ileri-geri kaymalar yok ve öykü, zamanın rotasında akıyor.
2. Şiddet dozu arttırılmış bir Western var karşımızda. Tarantino’dan beklendiği üzere, Western klişelerini ters yüz etme anlamında ana karakterlerin bir Alman ve bir Afro Amerikalı olmasını birinci sıraya yazabiliriz. Bir de, bir Western filmde muhtemelen ses bandında daha önce Rap dinlememişsinizdir. Ama bunların dışında, reformist bir Western değil izlediğimiz. İyi bir Western, o kadar.
3. Kimileri gönderme olarak yorumlayacaktır ama, “Unforgiven”a referans yapan malum sahne; maalesef daha ziyade taklit gibi duruyor.
4. Filmin en lezzetli kısmı, “çuval geyiği”. Filmin asıl derdine fazlaca hizmet etmeyen bu sahnedeki diyaloglar, gerçekten “Tarantino işi” olmuş.
5. Oyunculuklar, filmin en kuvvetli kısmı. Garezim olduğu yakın çevrem tarafından bilinen Jamie Foxx’un dahi üzerine düşeni fazlasıyla yaptığını; ümidim olmayan Leonardo Dicaprio’nun özellikle tirad sahnesinde büyülediğini söyleyebilirim. Ama Samuel L. Jackson ve Christoph Waltz’a ayrı birer parantez açmak gerek. Son yıllardaki kötü film tercihleri sebebiyle referans listemizden çıkmış olan Jackson, inandırıcılığın ötesinde döktürüyor. Alenen Foxx ile beraber filmin başrol ortağı olan harika Waltz’un ise, ödül törenlerinde neden yardımcı statüsünde değerlendirildiğini anlamak güç. Muhtemelen Daniel Day-Lewis ("Lincoln") tarafından ana statünün parsellenmesinden ötürü olsa gerek. Bu arada Tarantino’nun, epeyce bir aradan sonra “şöyle bir göründüğü” ilk film olduğunun da altını çizmek gerek. 
6. Müzik kullanımında tipik Tarantino markası işlemiş yine. Lezzet had safhada.
SONUÇ: Yağ gibi akan, kendini izlettiren bir film. Ama işin içinde Tarantino gibi bir imza olunca beklentiler elbette yüksek. Bu beklentileri karşılıyor mu peki film? Bence hayır. Western türüne izlenesi bir film armağan ederken, türe kattığı herhangi bir yenilik yok. Bir Tarantino başyapıtı kesinlikle değil. Ama yine de ustanın fanları tarafından muhakkak bakılması gereken, hasret giderme fırsatı bir yapım.

YÖNETMEN: Quentin Tarantino
OYUNCULARI: Leonardo Dicaprio, Jamie Foxx, Samuel L. Jackson, Don Johnson, Christoph Waltz, Kerry Washington
TEK CÜMLEYLE KONU: Bir şekilde özgürlüğünü elde eden bir kölenin, kendisi gibi köle olan eşini kurtarma mücadelesi.

MIDNIGHT IN PARIS (Paris'te Gece Yarısı)

1. Filmi tek bir kelimeyle özetlemek gerekirse, "sıcacık" derim.
2. Woody Allen, Paris şehrini kozmopolit bir kavram olarak ele almış ve alenen başrole oturtmuş.
3. Senaryosu rakipsiz. Bu sene (2011'den bahsediliyor) ödül şampiyonu olacak olan “The Artist” bile gereksiz beklentiye girmesin. (Yazı, ödül töreni öncesi yazılmıştı. Konu ödülü kazandı)
4. Woody Allen’ın bu kadar lezzetli bir işin Score kısmını neden bu kadar baştan savma tuttuğu ve filmin dokusunu zedeleme pahasına neden kusturma riskini göze alarak tek bir parçayla filmi bitirdiği anlamsız.
5. Senaryo dışında Oscar şansı mevcut değil.
6. Adrien Broody çok hoş bir "and"di.
7. Ama asıl şok, aleni iğrendiğim Owen Wilson'dan bu kadar samimi ve hoş bir performans almasındaydı. Film boyunca sarkmayan oyunculuğu için kendimi, yeni bir oyuncuyla tanışıyormuş şeklinde teselli ettim. Aslında teorik olarak söylediğim, yalan da değildi.

SONUÇ: Doktora verdiği Newyork fetişizmini bir kenara bıraktıktan sonra "eyvah" diyen hayranlarının yüreğine "Vicki Cristina Barcelona"dan sonra ikinci kez su serpen Woody Allen'in, Terminator-Cinderella kırması bir senaryonun altından şaşkınlık verici bir başarıyla kalkması, her türlü takdirin üzerinde. Şapka çıkarıyorum.

YÖNETMEN: Woody Allen
OYUNCULARI: Adrien Brody, Carla Bruni, Rachel McAdams, Owen Wilson
TEK CÜMLEYLE KONU: Yanlış bir birliktelik yaşayan bir yazarın, hatasından dönme süreci.

THE ARTIST


1. Bir defa hiç sağa sola sapmadan söyleyeyim: Film, en hafif tabiriyle bir başyapıt ve geçen yılın en iyi filmi. Michael Hazanavicius'u (böyle bir dönemde sessiz bir film çektiği için) cesaretinden ve yiyemeyeceği yemeğin altına yatmaktan mı, yoksa bu yemeğin altından alnının akı ile çıktığından dolayı mı tebrik edeceğimi düşünürken aklıma geldi: “The Artist”, hiç alt küme aramaya gerek olmayan bir şekilde çok çok iyi bir film. Dikkat; çok çok iyi bir sessiz film değil, çok çok iyi bir film. Hatta bir müddet sonra -ki 15-20 dakikalık bir müddet bu- sessiz bir film izlediğimi bile unuttum. 
2. Filmde en çok bayıldığım husus, metaforlardı. Kırmızı palto sahnesi ("Senin sesin yok aslanım, neyin peşindesin"), kırılma noktasından sonra önünden geçtiği sinemada "Lonely Star-Yalnız Yıldız" filminin oynaması, sinir krizi sahnesinde gölgesinin bile onu terketmesi, Peppy Miller'ın filmini izlediği sinemanın çıkış sahnesinde köpeğine şirinlik yapan kadına "keşke konuşabilseydi" demesi ya da finalde "sessiz olun!" söylemi olağanüstü göndermelerdi. Sahne seçecek olursam da, Peppy Miller'la oynadıkları filmde Miller'a kesildiğinin deşifre olduğu çekim hataları sahnesi favorimdi.
3. Orjinal müzikler, CD'si alınası ve evde doya doya dinlenip arşivlenesi bir çalışmaydı. Yapımın niteliğinden ötürü filmin iskeletini oluşturma işlevine sahip müzikler, gerçek anlamda eşşizlerdi ve filmin Oscar ödüllerinde rakipsiz olduğu tek alan bence. (Kazandı)
4. Jean Dujardin, sinema tarihinin en iyi performanslarından birine imza atmış. Öyle ki; ona Oscar vermemek, Anthony Hopkins'e "Silence of the Lambs"le, Daniel Day-Lewis'e "There will be Blood"la ya da Marlon Brando'ya "The Godfather"la Oscar vermemek kadar anormal bir durum olur. (Kazandı) Bu arada Berenice Bejo'ya da bayıldım ama maalesef o, pek alacakmış gibi durmuyor. (Kazanamadı)
SONUÇ: En İyi Film, Yönetmen, Senaryo, Aktör, Kurgu ve Müzik olmak kaydıyla minimum 6 Oscarının olduğunu; tüm bunların da anasının ak sütü gibi helal olduğunu iddia ediyorum.


YÖNETMEN: Michel Hazanavicius
OYUNCULARI: Bérénice Bejo, James Cromwell, Jean Dujardin, John Goodman
TEK CÜMLEYLE KONU: Eşanlı olarak sessiz sinema döneminin duayen aktörünün düşüş, taze aktrisinin de yükseliş öyküsü.

9 Ocak 2013 Çarşamba

CARNAGE (Acımasız Tanrı)

1. Baştan söyleyeyim: dört dörtlük bir senaryo ve harika oyuncu performansları dışında hiçbirşey yok filmde. Beklenti değişikse, tek mekan filmi olan bu yapıma hiç bulaşmayın.
2. Tarantino, bu Christoph Waltz'u nereden buldun be kardeşim; bu adam neredeydi daha önceleri?
3. Kate Winslet için daha evvel yaptığım tüm haksızlıkları tekzip ediyorum. Evet abi, haklıymışsınız: bu kadın, bu dönem itibariyle açık ara çağının en iyi kadın oyuncusu.
4. Jodie Foster, özlemişiz seni.
5. Aile içindeki gizli uyuşmazlıklar ve karşıtlarına oynanan mutlu aile ve medeni aile oyunları hakikaten çok lezizdi.
SONUÇ: Tek mekan filmi denildiğinde, “12 Angry Men”i tek geçerim. Bundan sonra da böyle olmaya devam edecek. Ama “Carnage” da türün hatırı sayılır örneklerinden biri. 4 oyuncusuna sırtını yaslayan bu teatral yapıtta (John C. Reilly ve Jodie Foster’ı da beğenmeme rağmen) özellikle Christoph Waltz ve Kate Winslet açık ara keyif veriyorlar. Ama gene de madde 1’i gözönünde bulundurun, sonra bana sövmeyin derim.

YÖNETMEN: Roman Polanski
OYUNCULARI: Jodie Foster, John C. Reilly, Christoph Waltz, Kate Winslet
TEK CÜMLEYLE KONU: Çocukları arasında husumet yaşanmış olan iki ailenin, bu durumu aralarında "medenice" çözmeleri.